CUMA NAMAZI

CUMA NAMAZI

Hele, Cuma namazları!…

“CUMA Namazları”, günümüzde, tam bir câmiden insan kaçırma uygulamasıdır!.

Rasûlullah devrinde, bizâtihi Rasûlullah Aleyhisselâm tarafından “İKİ” rekât olarak kılınan CUMA namazları, “hakikat” şuuru olmayanlar tarafından “YİRMİ” rekâta yükseltilmiştir!.. Hele buna bir de upuzun “buldum kaçırmayım” zihniyetiyle düzenlenen ve “Din”in amacına hizmet vermeyen hutbeleri eklerseniz; insanları “CUMA” namazından kaçırtmak için daha güzel bir yol bulamazsınız!.

Rasûlullah zamanında ezan okunduktan sonra kâmet getirilir ve bu kâmet sonrasında hutbeye çıkılarak müslümanlara yeni gelen vahiyler duyurulur; ya da onlara çeşitli vahiylerle ilgili açıklamalar yapılır; sonra da iki rekât cuma namazı kılınır ve dağılınırdı!.

Bu “iki rekâtlık CUMA namazı” sonrasındaki bugünkü “zuhru âhir” dedikleri namazlar tamamiyle uydurma olup; Kur`ân ve Rasûlullah kaynaklı Dinde yeri yoktur!.

“CUMA GÜNÜ HUTBEYİ KISA, NAMAZI UZUN TUTUN”

şeklindeki Rasûlullah buyruğu günümüzde tam tersine döndürülmüştür…

Hutbeler, “Din”le alâkası olmayan konularda, upuzun kendini tatmin konuşmalarına dönüştürülmüş; namaz da iki-üç âyetle geçiştirilmeye başlanmıştır!… Oysa gerçekte hutbenin, elden geldiğince kısa tutulması, namazında olabildiğince uzatılması; okunan âyetlerin de dikkatli seçilmesi gerekmektedir!

Ayrıca, namaz sırasında el bağlama şekillerinin, ya da otururken ayağını altına almanın veya yana çıkarmanın; zorunlu örtünme miktarı dışındaki kıyafet tarzlarının, namazın “KABUL OLMASIYLA”da hiç bir alâkası yoktur!… Bu konuda getirilen tüm şartlar uydurmadır; sonradan kişilerin kendi dar anlayışlarına göre konulan yakıştırma kurallardır!.

“Benim sünnetimden yüz çeviren….”

uyarısının işaret ettiği mânânın, o devrin örf ve âdetleriyle ilgili olan giyim-kuşam yada oturup-kalkma usulleri ile hiç bir ilgisi olmayıp; tamamiyle RASÛLULLAH Aleyhisselâm’ın bize öğrettiği “İNANÇ ESASLARI” ile alâkalıdır!. “SÜNNET” kelimesinden muradın ne olduğunun detaylı açıklaması “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” kitabımızda mevcuttur.

Din ve dinsel değerler, “SÜNNET” denilen Allah indindeki zamanüstü gerçeklerle bağlantılı olup; insanlara “Din” deki zamanüstü gerçeklerin kavratılması ve yaşamlarını bu izâfi-göresel olmayan gerçekler doğrultusunda düzenlemeleri için gelmiştir!..

Yine bu konuda söylenen, “namazda aklına başka şeyler geliyorsa namazın kabul olmaz” fikri de kesinlikle uydurmadır!.. Elbette o sırada aklına başka şeyler gelebilir; ve buna rağmen de namazın geçerlidir!..

Namazı “kılan” bir kişi velev ki, o âyetleri okurken veya tesbih ederken aklı başka yerde olsa bile, bu okuduklarından meydana gelen veriler ve enerji beyin tarafından ruha yüklenir!. O anda başka şeyler düşünse de!.

Çünkü beyinde aynı anda pek çok devre çalışır. Her biri kendi devresinde, kendi varoluş gayesine ve sistemine göre görevini ifa eder.

Biz beynimizin faaliyetlerinin pek çoğundan bîhaberiz!.

Ancak, haberdar olmamamız, bir şeyi değiştirmez; ve biz, beynimizin yaptığı sayısız işlevden habersiz olsak da beyin bu görevlerini yapar…

Ayrıca, biliriz ki, biz bir yandan araba kullanır, bir yandan radyo dinler, bir yandan yolu gözler, bir yandan yanımızdakine kulak ve cevap verir, bir yandan da yediklerimizi hazmederiz!… Ve hatta da farkında olmadığımız bir çok işi yaparız!.. Bunların hepsi de aynı anda beyin tarafından düzenlenir ve kontrol edilir!..

Bu yüzdendir ki, siz namazı kıldığınız zaman, o namazda okuduğunuz âyetler ve dualarla elde edilen enerji, siz farkında olmasanız da ruhunuza yüklenir; siz de ruhunuzun ölümötesi yaşam enerji ve bilgisini böylece dünyada iken elde etmiş olursunuz.

Namazın, herkese ortak kazandırdıkları, bu yönüyledir!.

Bunun yanısıra bir de daha derinliği ile olayı tasavvuf yoluyla inceleyen “havâs” denen insanlar grubu vardır. Bunlar namazı “ikâme” etmek isterler.

“Namaz”ın “ikâme” edilmesi için, önce “Allah” ismi mânâsının ne olduğunun anlaşılması gerekir.

Kelime-i şehâdeti avam, yani derinliğine düşünmeyenler şu anlamla söylerler…

“Allah’tan başka tanrılar yoktur, tek tanrı Allah`tır”!.

Böylece ötedeki, eleştirilecek ilkel tanrı anlayışını ortadan kaldırıp, gerçek anlamıyla “ALLAH”ı farketmezler!. Sadece, bir isim ve tanrı olarak Allah’ı kabul eder!. Hz. Muhammed’i O`nun elçisi olarak kabul eder. Bu kelime-i şehâdetin avam yönüdür.

Bir de kelime-i şehâdetin daha ileri, yani havasa dönük mânâsı vardır… Bu anlam, “Allah’ın varlığı dışında varlık olmayışını” izah eder.

Bu anlayışta, “Hz MUHAMMED`İN AÇIKLADIĞI ALLAH” isimli kitabımızda bahsettiğimiz mânâda Tekliği kavramalı; ve bunun neticesinde de “ben” diye var olarak zannedilen, var diye vehmedilen benliğin var olmadığını anlaşılmalıdır!…

İşte bu, işin “havâs”a hitabeden yönüdür. “Havas” düzeyindeki anlayışıdır.

Eğer sen, “benliğinin var olmadığını” anlarsan; “var” sandığın benliğinin, şartlanmalardan ve kendi zannından ileri geldiğini çözersen; vücudunun, “yok”tan varolmuş bir “yok” olduğunu kavrarsan; o zaman varlıkta her bir zerrede var olan “TEK” varlığın “Allah” olduğunu idrâk edersin.

“YÜZÜNÜ NE YANA DÖNDÜRÜRSEN, ALLAH VECHİNİ GÖRÜRSÜN”

âyetinin sırrı açılır…

O zaman, düşman, kötü, abes, çirkin kalkar; her biri ayrı bir gayeyle var olmuş güzel ve mükemmeller kalır… Diken ayrı güzeldir, kaktüs ayrı güzeldir, gül, karanfil ayrı ayrı güzeldir senin gözünde!…

İşte “kelime-i şehâdet”in bu havas mertebesindeki görüşü, anlayışı, namazın ikâmesine yol açar…

Burada ince ve hassas bir noktaya dikkatinizi çekelim!…

Namazın “ikâme” edilmesini sağlayan şuur, idrâk önce namaz dışında oluşur; kavranır; hissedilir; namazda da bu hâl devam ederek “ikâme” edilir!.

Eğer, namazı “ikâme” etme durumuna girmişsen, namaza dururken “ALLAHÛ EKBER” dersin…

Dersin de, gerisinde ne olur?..

Bunu yaşayan bilir!..

Ama biz, gene de bir kısmıyla size nakledelim;

Önce sizin de duymuş olabileceğiniz iki âyete işaret edelim;

“VAY HÂLİNE O NAMAZI EDA EDENLERİN Kİ, NAMAZIN ANLAMININ FARKINDA DEĞİLDİRLER ” (107-4/5)

“ONLAR NAMAZDA HUŞÛ İÇİNDEDİRLER” (23-2)

“HUŞÛ” kesinlikle bilelim ki “KORKU” değildir!

“ALLAH” azâmetini farkeden insanın, bu sonsuz yücelik yanında kendi “hiç”liğini farketmesi; ve bunun sonucunda da hissettikleridir “HUŞÛ”!..

Bu âyetlerin anlamlarını yeterince anlayamayanlar, “sen namazda dünyadan yeteri kadar arınamıyorsun, Allah’a yönelmiyorsun, dolayısıyle namazın kabul değildir; gibi hükümler verirler…

Oysa bu yorum, bu anlayış tamamen yanlıştır!. Çünkü namaz, birinci derecesinde söylediğim gibi, kılınma şekliyle, senin ölümötesi azaptan cehennemden korunman için gerekli olan enerjiyi sağlayacaktır.

Burada “huşû olmazsa, olmaz” denmesi, “Mi’râc olmaz” anlamınadır!. “Allah’a vusûl olmaz”, anlamınadır!.

Kişiye Dinde önerilen çalışmaların iki amacı vardır:

1.

Ölüm ötesi yaşamda çeşitli ortamların azabından korunması.
2.

“ALLAH”a dünyada yaşarken ermek!.

Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir.

İçinde huşû olmayan namaz, “Mi`râc” olmaz, ama huşû olmayan namaz kılınır ve kılınan namaz kişiyi çeşitli azaplardan korur.

İşin iç yüzünü bilmeyenlerin sözlerine kapılıp; “mâdem namazı tam hakkıyla kılamıyorum o halde hiç kılmayayım”; demek büyük gaflettir!. Bilmeyenlerin sözlerine kapılıp, işin gerçeğinin kapsadığı büyük sırdan mahrum kalmaktır… Papaza kızıp “oruc” bozmaktır!.

Baklava-börek yiyemiyorum o halde aç kalayım; diyerek önüne gelen kuru fasulyeyi geri çevirmeye benzer!.

“Namazı kıl”, ayrıca da “namazı ikâme” nasıl olur diye de araştırmanı yap!.

Evet, gelelim namazın “ikâme”sine:

Namaza dururken “ALLAHÛ EKBER” deriz.

Başlangıç “tekbir”iyle birlikte, eller avuç ayaları karşıya bakar şekilde yukarı kalkar; ama kolunu kaldırma işini başına veya omuzuna kadar kaldırmışsın, veya ellerini kulağına değdirmişsin bu önemli değil!.

Mühim olan, vücuda paralel bir biçimde ve avuç ayaları karşıya bakar bir şekilde ellerini başa doğru kaldırmandır… Bunun mânâsı “Allah ile aramdaki tüm perdeleri kaldırdım arkama attım”; demektir.

“Tekbir”, yani “Allahûekber” sözünden murad;

“O” öylesine sınırsız, sonsuz ilim ve güç kuvvet sahibidir ki, “O”nun dışında bir varlık yoktur”; demektir.

Şimdi bunu düşünerek namaza girdiğimizi düşünelim… “Allah”ın Tekliğini, yüceliğini; her varlıkta her zerrede var olanın “O” olduğunu müşahede ederek namaza durduk.

İşte “namazın ikâmesi” başladı…

“Veccehtu vechiye lillezyi fataras semâvati vel ardı hanîyfen ve ma ene minel müşrikiyn”

“İnnes salâtiy ve nusûkiy ve mahyaye ve mematiy lillahi rabbil âlemiyn; ve lâ şeriyke lehu ve umirtu; ve ene minel müslimiyn”

“Şuurumla bütün boyutların ve varlıkların Fâtır’ı olana her hangi bir tanrı kavramını kabul etmeksizin yöneldim… Şirk koşanlardan değilim”

“Şüphesiz ki benim namazım ve kulluğum, hayatım ve ölümötesi yaşantım âlemlerin rabbı olan Allah’a aittir!. O’nun yanısıra bir tanrı yoktur.. Bunu idrak ve itirafla hükmolundum… Ben müslümanlardanım!”

Ondan sonra “Subhaneke ve bihamdike”yi okudun; her zerrenin “O”nu tesbih ettiğini, “O”nun bütün eksik kavramlardan münezzeh olduğunu; her bir yaptığının mükemmellik olduğunu; her bir var ettiğinin ayrı bir mükemmeliyeti sergileme amacına dönük olduğunu idrâk etmiş olarak dile getirdin.

“O”nun “hamd”ı ile “hamd” ederim… dedin… Yani, sadece “Allah” kendi kendini idrâk edip, değerlendirebilir; dedin…

Zirâ, “ALLAH”ı “ALLAH”ın dışında bir varlığın idrâk etmesi mümkün değildir!.

Övüp, yüceltmek ancak idrâk etmekle mümkündür!.. Bizim “Allah”ı değerlendirip, övmemiz, yüceltmemiz mümkün değildir…

…ve hatta böyle bir şeye kalkışmamız “O”na bir nâkısiyet atfetmektir!.

Gerçeğiyle, ancak ve sadece, “ALLAH” kendi kendini anlayıp, bilir ve değerlendirir demektir “hamd”in mânâsı!..

Ondan sonra, EÛZÜ BESMELE’Yİ çekip; yani, seni tanrına tapınmaya yönelten ve de varsayımdan oluşan düşüncelere saptırıcı olan “CİN KÖKENLİ” ilham ve vesveselerden “ALLAH”a sığındın…

“B”ismillah`ir Rahman`ir “RAHÎM”…

“Varlığımı da oluşturup ismi “Allah” olan Rahman’dır Rahîm’dir”… Ki O’nun nâmınadır eylemim!

dedin… Ve…

Bu arada “ALLAH”, dilinde okudu!..

Kendi kuvvet, kudret ve ilmiyle varolan alemlerin, Rabbı olan “Allah”ın, özelliklerinin eseri olan alemlerini seyr halinde olduğunu; ve o âlemlerin terbiye edici, yönlendirici, varedicisinin de “Allah” olduğunu açıkladı… Daha doğrusu bunun böyle olduğunu sende dile getiren Allah oldu!.

Sen, “yok”luğunu farkettin, böylece çıktın aradan, ortada kaldı sadece Yaradan; ve “ALLAH” sende bu manâyı ifade etmeye başladı.